Öne Çıkanlar
Kardeşim benden daha çok konuşuyor!
Uzun bir aradan sonra röportajlarıma tekrar başladım! Efendim bu seferki sohbet konuklarımız Sarp ve Kaya Akkaya kardeşler.
Oyunculukları, dublaj sanatçılığındaki başarıları ve güzel evlilikleri ile fazlasıyla dikkat çeken, ama tüm dikkatler üzerlerindeyken bile kendilerinden taviz vermeden doğal yaşamayı seçen süper 2 adam.
Tiyatro, sinema, aile, ablaları Esra, dublaj ve çok daha fazlasını konuştuğumuz sohbete siz de buyurun!
Kaya ile başlayalım. 12 sene aradan sonra seni ilk defa geçen sene ‘’Tac’ın Nöbetçileri’’ oyunu ile sahnede izledik. Seni en çok etkileyen neydi bu oyunla ilgili?
Kaya: okuldan mezun olalı 12 yıl olmuştu ve tiyatro için imkanlarım artık müsaitti.. çok istiyordum ama nerde nasıl olacak bilmiyordum.. birgün telefonum çaldı ve Seda Türkmen beni aradı, tanışmıyorduk, Sami Berat Marçalı’nın yeni bir oyuna başlayacağını ve benimle de bir okuma yapmayı arzuladığını söyledi.. metni okuduğumda çok etkilendim, günümüzdeki bence en temel sorunları hem komik, hem de bir o kadar acıklı şekilde işliyordu metin.. sağolsunlar onlar da beni role uygun gördüler ve hem oyuna hem dostluğumuza başladık.
Etkilendin mi oyundan?
Kaya: Çok etkilendim iki kişilik bir oyun olması da çok cazipti.. oyunun komik de bir yanı olsun istiyordum. Bu biraz benim karakterime de hitap ediyor gibi geldi. Dramatik olayların arasında seyirciyi güldürebilecek nüansları yakalayabileceğimi düşündüm. Geçen sezon güzel bir seyirci kitlesi yakaladık.
Senin tiyatro projen var mı Sarp?
Sarp: Hali hazırda yok ama olması için uğraşıyorum ben de. Kaya’nın dediği gibi, sahnede olmayı özledim ve oyun arıyorum, tiyatrolarla görüşmelerim var. Aslında bu ülkede tiyatro yapabilmek için, hayatının maddi olarak yaşanabilir hale gelmesi gerekiyor ki gerçekten istediğin ve zevk alabileceğin şeyi yapabilesin. 10 yıl öncesine kıyasla tiyatro sayısı oldukça arttı, yayıldı ve seyircisi de artmaya başladı.
Sponsorluklar da arttı tabii.
Sarp: Bence yeterli olmasa da arttı. Son 10 yıla baktığımızda, sponsorluklar yok denecek kadar azdı ve yalnızca büyük prodüksiyonlar sponsorluk alabiliyordu. Şimdi küçük oyunlarda bile isme göre sponsor alınabiliyor. Aslında bu oyuncuyla, yönetmenle ve oyunla da alakalı olarak değişiyor.
Bir de, ben istiyordum ki yerli oyun oynayayım. Mümkün olduğu kadar da yerli oyun yazarlarını takip ediyorum. Fakat istediğim oyunu bulamıyorum ve yelpaze o kadar geniş değil ne yazık ki. İyi yazarlarımız da var ancak yeterli değil. Yabancı kaynakların çevirilerinden faydalanıyor çoğunlukla. Dolayısıyla, ben şunu anlıyorum: az yazar varsa, az okur var demektir bir ülkede. Okurumuz az olduğu için, yazarımız az; bu durumda da fazla üretken olamıyoruz maalesef.
Türkiye’de ciddi bir tiyatro seyircisi var ve giderek de artıyor ama bir kısmının tiyatroya gitme sebebi, ekranlarda başarılı olup, ün yakalamış kişileri canlı izlemek istemeleri olabilir. Bu konuda neler düşünüyorsun?
Sarp: Bu aslında sosyologların incelemesi gereken bir konu bence. Toplumsal bir mevzu neticede ve televizyonların hayatımızı etkilemesinin bir sonucu aslında. Ama tespitinde çok haklısın. “Neden böyle yapıyorlar?” diye ben sorduğum zaman, çünkü televizyonda onu görüyorlar ve gördüğü aktörü/aktristi yakından görmek istiyor insanlar.
Biz Onur Bayraktar ile Stüdyo Drama’yı kurduğumuz zaman ilk oyun ‘Kaos’tu. Kaos’un afişini asarken bir teyze geldi ve dedi ki: Bu film nerede oynuyor? Bunun bir film değil, bir tiyatro olduğunu söylediğimizde, “tamam yaa” dedi ve gitti. Aslına baktığınızda afişten etkilenmişti ama tiyatro olduğunu duyunca gitti. Bugün insanların tiyatroya eğilimi neden arttı diye dönüp aslında senelerce bize ne empoze edildiğine, neye maruz kaldığımıza dönüp bakmamız lazım. Son 10 yılda tiyatroya olan eğilim neden arttı, 10 yıl öncesinden 70’lere kadar neden azalmıştı gibi konular, gerçekten sosyologların incelemesi gereken konular bence.
Sarp yıllarca ablan ajans sahibi olmasına rağmen, dizi oyunculuğu yerine tiyatrolarda oynadın. Sonra bir anda ‘Ezel’ geldi ve senin hayatın için çok kısa sayılabilecek bir sürede parladın ve bambaşka bir noktaya geldin. Artık istediğin işlerde rol alabilmeye başladın mesela. Bu dönemi bize nasıl anlatabilirsin?
Sarp: O bir fırsattı işte, artık var mı bilmiyorum. Tabii ki tekrar olacaktır. Oyuncu, iyi bir projede, çalışkanlığıyla kendini gösterebilir. Ama o projede benim sivrilmemin sebebi, benim çok çok iyi oynamam değildi. O proje, iyi bir projeydi zaten ve içinde bulunan çalışkan bir oyuncu da o projeyi iyi değerlendirirse benim yakaladığım ivmeyi yakalardı. Önemli olan bu: doğru projede, doğru yerde, doğru hamleyi yapmak.
Ardından ‘Suskunlar’ ve diğer projeler… Hepsi gerçekten doğru projeler miydi yoksa bir yerden sonra, ‘ben artık bu işe girdim ve devamı gelmeli’ gibi bir durum oluştu mu?
Sarp: Çok doğru bir soru bu. Ben o çarka girmemek için direniyorum aslında. Bu noktada seslendirmeler devreye giriyor ve tiyatrolar. Tiyatro sadece maddi bir kaynak değil benim için. Tiyatro, her oyuncu için kendini tatmin ettiği bir nokta. Eskiden dizilerde de bazı sahnelerde oyuncular kendilerini tatmin edebiliyorlardı. Ama şimdi birçok nedenden ötürü, özellikle dizi sürelerinin uzamasından ötürü bu her zaman mümkün olmuyor. Şimdi bir televizyon dizisini açıyorsunuz ve 3-4 şarkıya çekilmiş klipler izliyorsunuz, sırf o sürenin doldurulabilmesi için.
Yabancı dizilerde oyuncuların replik sürelerine bakınca aslında çok daha uzun bir hikâye var orada. Burada senaryo akmıyor sanki?
Kaya: 130 dakika nasıl aksın ki zaten? Yani bu film olarak akabilecek bir şey ama bir dizi vaat ediyorsanız 130 dakikanın akıyor olması çok zor. O yüzden araya yakın planlarla üç saniye dolduruluyor, beş saniye oradan oraya zoom yaparak dolduruluyor, 40 saniye klip koyuluyor, 4 dakika sonra onun yavaşlatılmış çekimini koyuyor… Yani burada ne yazarın ne yönetmenin ne oyuncunun bir problemi yok aslında. Sektörel bir problem var. Biz maruz kalan kişileriz.
Neden?
Sarp: Çünkü daha fazla reklam alabilmek için o uzunlukta olması gerekiyor.
Kaya: Bunu da sektör istiyor aslında, sektörün para veren kesimi istiyor. Daha fazla para kazanabilmek için biraz daha kar güdülüyor belki de. Aslında projeler yurt dışındaki gibi kısa kısa bölümlerle uzun vadeye yayıldığı zaman, uzun vadede para kazanılabilir. Ama bizim geleneklerimizde de bu var, parayı hemen kazanmayı, bir şeye hemen ulaşmayı istiyoruz.
Yani bir doğrusu da yok aslında.
Sarp: Zaten doğrusunu benim bilmem kadar saçma bir şey yok. Ben oyuncuyum. Bana “Suskunlar niye bitti?” diye soruyorlar. Diyorum ki, Allah rahmet eylesin benim halam Pamukbank’ta müdürdü, Pamukbank battı sonra. Şimdi ben halama gidip “Ya bu banka niye battı?” diye soramam ki! Halam sadece bir banka müdürüydü. Bu sorunun muhatabı ben değilim aslında. Sektörün neden bu noktaya geldiğinin cevabı oyuncuda değildir.
Ailede 3 tane oyuncu var: Esra Kaya ve Sarp. Bunun avantajları ve dezavantajları neler sizce?
Kaya: Ben bir dezavantajı olduğunu düşünmüyorum. Avantajları var tabii: Sınırsız güven ve egodan tamamen uzak eleştirilerde bulunabilmek gibi.
Beraber karar veriyor musunuz? Mesela bir proje geldi, ‘Sarp şöyle bir şey var, ne dersin?’ gibi fikir alışverişlerinde bulunur musunuz?
Kaya: Tabii ki oynadığımız rol ile ilgili ya da seslendirme ile ilgili birbirimizle fikir alışverişinde bulunuyoruz. Seslendirme bir yerden sonra oyunculuğa zarar verebiliyor, çünkü sesinle oynamaya başlıyorsun. Bu nedenle beni bu konuda Sarp’ın ve Esra’nın uyarması farklı, başkalarının eleştirmesi farklı oluyor. Çünkü kardeşlerim söylediğinde biliyorum ki o beni gerçekten düşünerek söylüyor. Erkek kardeş olmamızdan ötürü Sarp’ı sürekli izliyor, iyi yaptığı şeyleri kendime örnek almaya çalışıyorum. Okuldayken de çok yakın arkadaşlarımız olurdu, durmadan takıldığımız, fikrini önemsediğimiz. Ama bu, arkadaşlıktan tabii ki daha öte, kardeşiz ve sürekli bir aradayız.
Bir de aynı okuldan mezunsunuz.
Kaya: Bence o da önemli ve iyi ki de öyle olmuş.
Sarp: Bana konservatuar ve tiyatro bölümleri, amiyane bir tabirle şöyle geliyor: spermin yumurtaya ulaşma çabası. Ülke genelinde her sene yüzlerce konservatuar mezunu piyasaya atılıyor. Baktığınızda 2-3 yıl içinde belki bir, belki iki tanesi tutunabiliyor ve bu çok zor bir savaş. Bu noktada, birçok önemli isimden dersler alıp sonrasında onları harmanlayıp, bir süzgeçten geçirerek kendi yolunu çizmeye başlıyorsun. Biraz da şans faktörüyle yumurtaya ulaşıyorsun aslında, ben öyle yorumluyorum. Ben okulda öğrendiklerimi okul bittikten sonra 2-3 sene süzgeçten geçirdim ve bazı şeyleri de attım mesela.
Atmak da gerekiyor, çünkü kendi oyunculuğunu ve kendi çizgini belirlemen gerekiyor. Hepsini bir arada kullanman mümkün değil zaten.
Bir yerden sonra “Sarp olsa nasıl oynardı?” demeye başlayarak oynuyorsunuz herhalde…
Sarp: O benim için en başlarda olan bir şeydi. Konservatuarda da ilk öğrendiğim, öğrenmeye çalıştığım şeydi. Zaten oyuncuyu, oyun oynayan kişiden ayıran şey bu soruyu çok önceden sormuş olması. Oyun oynayan kişi, ne oynarsa oynasın, “ben olsam ne yapardım” diyerek hareket ediyor. Oyuncu, aldığı eğitimle “ben olsaydım ne yapardım?”dan sonraki adımdan başlıyor işe. “Ben olsam böyle yapardım ama yanına şunu da koyardım” diyerek düşünüyor.
Peki, aynı projede yer almak… ‘Bizim Aile’ dizisinde beraber oynadınız, değil mi? Birlikte oynadığınız ilk diziydi. Sene 1996.
Sarp: Aslında öncesinde Keloğlan vardı, çocuk oyunu ama o zamanlar 12-13 yaşlarındaydık tabii.
Kaya: Evet, aslında Bizim Aile’de ilk defa karşılıklı oynuyorduk. O zaman 16 yaşındaydık, eğitimimiz yoktu, henüz konservatuvara girmemiştik ama ablam sayesinde oyunculuk hakkında bir fikrimiz vardı.
O dönem sonrasında bir de ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinde birlikte rol aldınız. Oradaki dönem nasıldı? İki dönem arasında neler aynıydı, neler farklıydı?
Sarp: İlkinde daha 16 yaşındaydık. Henüz eğitim almadan önce Kaya ile oynadığım o dizide “ben olsam ne yapardım?” üzerinden hareket ediyordum. Çünkü kardeşim zaten orada da benim kardeşimi oynuyordu ve çok doğru bir eşleşmeydi bence.
Evdeki gibi yani…
Sarp: Evet, evdeki gibiydi.
Kaya: Senaryoyu Civan Canova yazıyordu ve o zamanlarda biz Sarp’la birbiriyle çok didişen iki kardeştik. Civan abi de “ben bu didişmelerinizi görmek istiyorum” diyordu. O yüzden belki de bizim için kolaydı da.
Sarp: Civan abi sete gelir, “kavga ettiniz mi bu hafta?” diye sorardı. Anlatırdık, o da bunu bir şekilde harmanlayıp senaryoyu yazardı. Orada iş böyleyken Muhteşem Yüzyıl’da bambaşkaydı. Hiç unutmuyorum, bizim bir sahnemiz vardı Kaya’yla. Aras ya da Mehmet Günsur ile birlikteyiz. Çekim karşı plandan yapılacak, onun sağ omzunun arkasında Kaya, sol omzunun arkasında ben duruyorum. Orada Kaya’ya baktım ve o sahne benim için özeldir çünkü orada canlandırdığım karakter olarak değil, Sarp olarak Kaya’ya bakıyordum.
Önceki röportajlarınızda “komedide oynayamam, çünkü benim güldüğüm şeyler zaten çok az” gibi bir söyleminiz olmuş. Gerçekten öyle mi?
Sarp: Aslında öyle değildi. Soru “Şu an Türk dizilerinde bir komedide yer almak ister misiniz?” diye sorulmuştu. Bende o zamanki Türk dizileri için doğru insan olmadığımı belirttim.
Kaya: Hâlbuki Sarp çok komedi oynamıştır tiyatroda ve komedisi de iyidir yani!
O zaman, aslında güzel bir fikir geldiğinde bir komedide yer almak istersiniz.
Sarp: İsterim tabii, hatta Kaya’yla komedi oynamak çok güzel olur. Şimdi ”Söz” dizisinde birlikteyiz.
Ezel’de oynadığın ilk karakter Tevfik’in sana göre yurt içinde ve daha sonra yurt dışında bu kadar sevilmesinin sebebi sence neydi? Sen o karakterde ne buldun ya da seyirci onda ne buldu da kendisine çok yakın hissetti?
Sarp: Seyircinin Tevfik’le nasıl bir ilişki kurduğunu çok iyi kestiremem ama benim fikrim, Tevfik’in arada kalmışlığının insanları çok etkilediği yönünde. Tevfik hep aradaydı. Sadık kalmaya çalışıyordu, çoğunlukla kalıyordu da ama o kadar bölüm boyunca hiçbir zaman bir tarafı olmadı ve hep arada kaldı. Kendi de bunun ıstırabını çok çekiyordu ve seyirci de bu ıstırabı görüp onu sahiplendi.
Belki de seyirci kendisini buldu çünkü bizler de günlük hayatımızda genellikle birilerini kırmamak adına arada kalıyoruz. Bu da olabilir mi?
Sarp: Olabilir tabii. Tevfik, bir insanın hayatında yaşayabileceği birçok duygusal tramvayı Ezel dizisinde yaşadı belki de. Aslında Tevfik, hiç kimse olmadığını, hiç kimse için bir değeri olmadığını keşfederek başladı hikâyesine. Daha sonra “ben de bir bireyim” demeye başladı ve bu yolculuk da seyirci tarafından kabul gördü. Çok iyi yazılmış bir senaryo bence. Kerem Deren ve Pınar Bulut’un eseri, Uluç Bayraktar’ın da yönettiği bir diziydi.
Kaya: Uluç çok iyi bir yönetmen. Ben Uluç’la, çok büyük bir şans eseri “Kabuslar Evi: Çizgisiz Zamanlar” bölümünde yer alma fırsatı yakaladım ve o zamanlar, Uluç’un da kariyerinin başlarında olduğu zamanlardı. Orada Çağan, kendi yetiştirdiği yönetmenlere bir fırsat vermişti ve bence çok iyi bir iş çıkarttı. Uluç’un çektiği bölüme de ben denk gelmiştim işte, çok keyifli bir ortamda çalıştık. Daha sonra yollarımız kesişmedi ama hep Çağan’ın öğrencileriyle bir arada çalıştım ve tüm öğrencileri çok çok iyi.
Çağan Irmak’ın yazdığı şeyle, onu oyuncuya yansıtma şekli ve aynı zamanda bunu ekrana taşıma şekli gerçekten hayranlık duyulası.
Kaya: Onunla çalışma fırsatı yakalamak kesinlikle büyük bir şans. Yani benim için hakkaten şans 🙂 Ablam tek kişilik bir oyun sahneliyordu. Ben de o oyunda Esra’ya yardımcı oluyordum ve Çağan oyuna izleyici olarak geldi. Orada ayak üstü bir tanışmamız oldu ve o sırada da Çağan, Kabuslar Evi’ni çekiyordu. “Gel sana da orada bir rol verelim” dedi ve oldu. Tamamen şans yani. Ben Esra’ya yardımcı olmasam, Çağan oraya izleyici olarak gelmese, o tanışma hiç olmayacak belki de.
Peki, sizin oynadığınız dizilerin yurt dışında bu kadar tutması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Sarp: Orta Doğu, Güney Amerika ve Balkanlarda çok izleniyor bildiğim kadarıyla. Demek ki o kültürlerle bizim ortak bir noktamız var ve kendilerini bizim yaptığımız işlere yakın görüyorlar.
Kaya: Ya da merak ediyorlar belki.
Sarp: O da mümkün. Ama zaten yurt dışında da biliniyor olmak çok keyifli bir duygu. Sizi hiç görmemiş ve size sadece yaptığınız iş üzerinden sempati duyan insanların sizi takip etmesi ve sosyal medya üzerinden size soru sorması gurur verici bir şey. Yine dediğim gibi, bunlar sadece oyuncuların başarıları üzerinden olan bir şey değil; bunlar projelerin başarısı üzerinden olan şeyler.
Kaya: Oraya pazarlayanların da payı var tabii.
Sarp: Bu çok büyük bir sektör aslında. Örneğin Hollywood’da Remake’in yapılması bence muhteşem bir şey yani.
Ondan biraz bahseder misin?
Sarp: Çok bilgim yok aslında sadece izledim. Sleepers filmi, Brad Pitt’in oynadığı ve bir romandan sinemaya uyarlanan bir film. Bu filmden esinlenerek ve uyarlanarak Suskunlar dizisi yaratıldı. Sonra bu Suskunlar dizisi, Hollywood’da Amerikalı yönetmenler ve oyuncular tarafından birebir çekildi. Bu çok mutluluk verici bir şey tabii.
Kaya: Burada bir tek eksiklik bence projenin pazarlanması dışında komple bir organizasyon yapılmaması. Türkiye’de biraz bu eksik, uçtan uca organizasyon yapamıyoruz. Oyuncuların da yurtdışı ile iletişiminin kurulması, özellikle satılan bu projelerle beraber ziyaretlerin yapılması gibi hem maddi anlamda hem de yurt dışına açılmak anlamında daha iyi bir pazarlama, daha iyi bir organizasyon kurulmalı.
Belki de sizlerle çalışmak istiyorlar ama sizin çok ulaşılmaz olduğunuzu düşünüyorlar.
Kaya: Çocukluğumuzda inanılmaz beğenerek izlediğimiz diziler vardı mesela. Oyuncuların bazıları Türkiye’ye gelirlerdi ve olay olurdu. Şimdi daha iyi anlıyorum aslında, bizim dizilerimizin de orada izlenmesi ve onların da büyük bir hayranlıkla bizi takip etmesi ne kadar büyük bir şeymiş. Hiç unutmam, Hayat Ağacı diye bir dizide “Sam” karakteri vardı. Dizi Amerika’da tutmadığı için yayından kaldırılıyor, dolayısıyla dizinin bir sonu yok. Daha sonra bu dizi Türkiye’de yayınlanırken, Sam’i ve oyunculardan bazıları buraya geldi ve Türkiye’de yer yerinden oynadı. Onlar da çok şaşırmışlar ve “biz bu kadar ilgiyi kendi ülkemizde görmedik” diyorlar. Aynı şey bizim oyuncularımız için de geçerli. Dediğin gibi, buradaki oyuncular da aslında oradakiler için ulaşılmaz bir yerdeler.
Peki, size böyle bir teklif gelse, sizinle birlikte bir proje yapmak isteseler siz bu işin içinde olmak ister misiniz, yoksa “ne işim var orada” mı dersiniz?
Sarp: Ben oyunculukla ilgili gelen her teklifi mutlaka değerlendiriyorum. Projenin olup olmamasından ziyade, bir teklif gelmesi bile mutluluk verici bir şey. Böyle bir projede bizi düşünmeleri bile çok gurur verici bir durum.
Kaya: Valla ben Arapça bile öğrenirim!
Dublaj nasıl girdi hayatınıza?
Kaya: Bizi aslında Nevzat Çankırı dublaja başlattı. Bizim Aile dizisinde beraber oynarken dizilerde seslendirmeler yapılıyordu. Bizi de “hadi bir deneyelim” diye aldılar. Kartal Tibet yönetiyordu. Çok zor bir iş aslında. Sarp ile birlikte bir bölümün seslendirmesini 6-7 saatte yapıyorduk ama çok zorlayıcı bir durum tabi, işkence çekiyorduk resmen! “Başkaları seslendirse daha iyi olur, çok fazla mesai gidiyor” dediler hatta. Nevzat abi de “hayır, bu çocuklar bu işi öğrenecek” dedi.
Sarp: Hayatımızı değiştiren adamlardan biri.
Kaya: Benim çok şey borçlu olduğum biri aslında. O inatla bize dublajı öğretti.
Sarp: Nasıl nefes alınır, nerede nasıl senkron yapılır gibi gibi.
Kaya: En sonunda 6 saatten 5 saate, 5 saatten 3 saate kadar indi mesailer ve giderek hızlandık. Sonra dizi bitti ve Nevzat abi o sıralar başka projelerde de dublaj yönetmenliği yapıyordu. Bizi başka projeler için de çağırdı, çok küçük rollerdi ama harçlığımızı da kazanıyorduk. Meşakkatli bir süreç ama işte bugün benim ekmeğimi kazandığım bir iş haline geldi.
Sarp: Biz Kaya ile konservatuarda okurken, ben Nevzat abiyi aradığımı ve “abi benim harçlığa ihtiyacım var” dediğimi hatırlıyorum. Zaruri ihtiyaçlarım dışında keyfi birşey yapacaksam, Nevzat abiyi arardım ve harçlığımı çıkarırdım. Yani örneğin, nefes sesi var senaryoda. Koşan bir adamın nefesini seslendirmem gerekiyor. Onu yapardım ve Nevzat abi bana para verirdi. Aslında o işi oradaki herhangi biri de, kendisi de yapabilirdi ama her zaman eli bizim üzerimizdeydi.
Ülkede dublaj sektöründe çalışan seslendirme sanatçılarının hak edilen değeri bulabiliyor mu?
Sarp: Ben Antalya Televizyon Ödülleri’ne gittiğim zaman söylemiştim. Her dalda ödül veriliyordu ve hatta bazen ekstra dallar da yaratılıyordu ödül verilmesi için ama en iyi dublaj ödülü yoktu. Aslında bu ülkenin dizilerini bu noktaya getiren, 2000’li yıllara kadar ayakta tutan şey dublaj sanatçıları ve seslendirme yönetmenleriydi ve kimse onları görmüyordu. Bu sektör sesli çekime geçilince bitti tabii.
Kaya: Kesinlikle katılıyorum
Sarp: Altın Portakal’da bundan 20-25 sene önce ödül almış olan oyuncular, başkalarının seslendirdiği oyuncular ama o seslendirme sanatçılarının esamesinin bile okunduğunu zannetmiyorum. Bu arada, eğer dublaj devam etseydi Ezel’deki Tevfik karakterini ben oynamıyor olurdum büyük ihtimalle. Çünkü hikâyenin nereye gideceği belli değildi ve aslında Tevfik, dizide önemli bir karakter de değildi. Belki de Tevfik hiçbir zaman “Tefo” olmayacaktı, başka bir şey olacaktı.
Reklam dublajı nasıl girdi hayatınıza?
Kaya: Önce Sarp’a, Sarp’tan bana seke seke geldi sanırım.
Sarp: Reklam seslendirmesi, benim hiç içinde olacağımı düşünmediğim bir şeydi aslında.
Hiç baskı hissettin mi?
Sarp: Şöyle bir baskı hissettim: Benim bu işi yapabileceğime inanan ve bu işi, bu insanlarla yapmanın beni mutlu edeceğine inanan insanlar tarafından bir baskı hissettim ama tabii bu çok hoş bir baskı. İyi ki de o baskı olmuş çünkü ben bu işi çok severek yapıyorum şu an ve bana çok keyif veriyor. Aslında bu noktada, kimle çalıştığım benim için çok çok önemli. Çünkü etrafımda iyi insanlar olmasını istiyorum ve hayat da benim karşıma böyle insanlar çıkarıyor. İmaj Seslendirme ailesi de tamamen böyle tanımlayabileceğim bir aile benim için. Dürüst, profesyonel ve işini iyi yapmaya çalışan bir ekip burası.
Kaya: isimlerini de geçirelim o zaman. Osman, Çiğdem, Lerzan, Yağmur, Arzu.. Aile gibi burası.
Sarp: Muhasebesiyle, çaycısıyla, burada kim ne işle uğraşıyorsa hepsi işini severek yapıyor ve muhteşem insanlar.
Kaya, sen ne düşünüyorsun reklam dublajıyla ilgili? Sarp’a nazaran daha fazla iş yapıyorsun aslında…
Kaya: Evet
Nee, Sarp’tan daha mı fazla iş alıyormuş?!
Kaya: Bu röportajdan sonra değişir, bak ben sana söyleyeyim.
Başlığı attık şu an… 🙂
Sarp: “Benden çok konuşuyor!”
Aslında senin en büyük avantajın…
Kaya: Mikrofonun başında sesimin değişmesi!
Bu da bir avantaj aslında.
Kaya: Galiba öyle. Daha geniş bir yelpazeden işler yapmama imkan sunuyor.
Evlilikler nasıl gidiyor?
Sarp: Süper!
Kaya: Müthiş!
Çocuk da büyüyor. 🙂
Kaya: Evet! Dünyanın en güzel hissi bu sanırım. Hep denildiği gibi aslında, anne-baba olmadan gerçekten anlaşılmıyormuş. Sarp şu an bilmiyor tabii.
Sarp: Benim de 2 tane yeğenim var.
Kaya: Yok yok, aynı şey değil! Kendi çocuğunu sevmek, başka herhangi birini sevmek gibi değil. Ben Demir ilk doğduğunda, onun yan odada uyuduğunu falan unutuyordum. Geçen gün şunu düşündüm: Şimdi bu çocuk benim kucağımda agu gugu falan yapıyor, vuruyor, seviyor falan. Yarın “Baba ya!” dediği günler gelecek. Niye öyle, niye böyle, niye bilmem nereye tatile gitmiyoruz falan diyecek. Ben o adamla aynı evde yaşayacağım, çok enteresan! Televizyonda onun istedikleri izlenecek falan ama çocuk sahibi olmak öyle bir şey ki, zaten hep onun istedikleri olsun istiyorsun.
Şu reklam metinlerinde karaktere girme konusunu sormak istiyorum. Nasıl oluyor?
Kaya: Metnin öne çıkması gereken kelimelerini, cümlelerini iyi kavrayabilmek gerek, zamanla, tecrübeyle kavranan bi tekniği var diyebilirim
Sarp: Ben doğru anlatmaya çalışıyorum aslında. Ürünün karakterinin ne olduğundan ziyade, o ürün neyi anlatmak istiyor ve ben anlatmak istediği şeyi nasıl daha doğru anlatabilirim, diye düşünüyorum. Beni aracı olarak kullanıyor çünkü.
Son olarak kardeş olmasaydınız çok iyi iki arkadaş olur muydunuz?
Kaya: Yok, görüşmezdik!
Sarp: İyi ki kardeşiz!
Aa, neden?
Kaya: Çok didişen iki insanız. Arkadaş olsaydık, arkadaşlık bu kadar didişmeyi kaldırmazdı bence. Ama kardeşlikte aranızda sonsuz bir sevgi olduğu için o didişmeye rağmen yan yana olmak çok zevkli oluyor.
Sarp: Yani durmadan didiştiğin bir arkadaşını hayatında tutar mısın? Tutmazsın tabii ki!
Azaldı mı peki didişmeleriniz?
Sarp: Yoo! Yani, 13 yaşına göre tabii ki ama 30 yaşına göre fazla. Ama bizim küsmemiz gibi bir şey mümkün değil tabii ki.