Kültür & Sanat
Bir Floransa Keşfinin Ardından
İtalya’ya yaptığım seyahati planlarken Floransa için genellikle 2-3 gün ayırmanın yeterli olacağı şeklinde duyumlar almıştım. Nam-ı diğer Firenze gerçekten küçük bir şehir ve 2-3 gün gibi kısa bir sürede çok fazla yerini görme şansınız olacaktır. Ancak Rönesans’ın doğuşuna şahitlik eden unsurları sindirerek gezmek isteyenlerin de kesinlikle daha fazla zaman ayırması gereken dopdolu bir şehir.
Enteresandır ki, en çok görmek istediğim yerlerden biri olan Floransa’daki ilk saatlerim beni bir miktar hayal kırıklığına uğratmıştı. Kaldığım evden çıkıp şehrin sokaklarını dolaşmaya başladığımda dört bir yanımı saran, ürünleri binlerce liraya satılan lüks mağazalar beynimin muhalif hücrelerini tetikleyivermişti:
Bu muydu yani Rönesans şehri?
Tamam, Rönesans da parasız olamazdı ama böylesi de Rönesans’ı bugün mezarında ters döndürmek değil miydi? Bir şeyler yanlış mı anlaşılıyordu yoksa ben miydim bir şeyleri anlayamayan? Bu sorular aklımdan geçiyordu ama iyi haber de şuydu ki beynimdeki bu sorular geçidi çok uzun sürmeyecekti.
Çünkü Floransa herkesi bir yerlerinden vurabilecek bir şehir olduğunu çabucak gösterecekti.
Floransa’da gezilecek görülecek yerlerin, tadılacak şeylerin çoğu Arno Nehri’nin kuzeyinde kurulu olan eski şehirdedir. Ancak ben bu yazıda beni daha fazla etkilemesi sebebiyle nehrin güney tarafından bahsedeceğim.
Naçizane fikrim, Floransa’ya yolu düşen herkesin gitmeden dönmemesi gereken iki yer bulunuyor: her ikisi de yüksekçe birer tepeye konuşlandırılmış olan Forte di Belvedere ve Piazzale Michelangelo. Buraları gezmek için rotanızı gün batımından 2-3 saat kadar önce olacak şekilde Ponte Vecchio’dan başlatabilirsiniz. Köprüden güney yakaya geçip Belvedere Kalesi’ne doğru tırmanırken bir zamanlar Galileo’nun yaşadığı evi görebilirsiniz.
Belvedere Kalesi Floransa’da girişin ücretsiz olduğu nadir yerlerden biri. 16. yüzyıldan kalma ve Floransa’nın meşhur Medici Ailesi tarafından yatırılan bu kale mükemmel bir manzaraya sahip. Kuzey tarafından Santa Maria del Fiore katedralinin Duomo’sunun görkemi etrafına dizilmiş binaları ile Floransa siluetini izleyip hangi binanın neresi olduğunu, hangilerine gidilip hangilerine henüz gidilmediğini tespit etmeye çalışmak oldukça keyifli.
Kalenin güney tarafında ise Toscana’nın muhteşem doğası ile karşılaşıyorsunuz.
Yeşilin ve sarının bin bir tonu içinde, Ağustos güneşinin berraklığı altında parlıyor doğa. Aklımdan Van Gogh tabloları geçerken ünlü ressamın Fransa’nın Arles kasabasında kaldığı meşhur “Sarı Ev” misali sarı badanalı bir ev dikkatimi çekiyor.
Van Gogh’un Sarı Ev’de yaşadığı sırada, kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektubundaki şu satırlar o anki duygularımın tercümanı adeta: “Bir yıldız ile umudu, bir gün batımının ışınlarında bir ruhun heyecanını ifade edebilmek…”
Kaleyi gezdikten sonra haritadaki yolu takip ederek Piazzale Michelangelo’ya ulaşabilirsiniz. Yol önce yokuş aşağı sonra da yokuş yukarı ilerlediğinden bir miktar performans gerektirse de güzel bir havada bu yorgunluğa değecektir.
Piazzale Michelangelo Floransa’ya ve Arno Nehri’ne tepeden bakan bir başka tepede yer alan bir meydan. 1860’larda Guiseppe Poggi tarafından düzenlenerek Michelangelo’nun dehasına ithaf edilmiş. Meydanda orijinalini Galleria del Accademia’da görebileceğiniz Michelangelo’nun Davut Heykelinin bronz bir kopyası bulunuyor. Heykel sanatı hakkında çok bilgi sahibi olan biri değilim ancak meraklı biri sayılırım. Bu heykelin neden bu kadar önemli olduğu konusunda öğrendiğim bazı bilgileri de bu vesile ile paylaşmak isterim.
Davut Heykeli Rönesans’ın başyapıtlarından biri sayılıyor. Michelangelo’nun 26 yaşında tamamladığı heykel konusunu kutsal kitaplarda yer alan Davut Peygamber ile Golyat (Calut) arasındaki mücadeleden alıyor ancak çağdaşlarının aksine Michelangelo Davut’u düellodan önceki haliyle sunmuş. Heykeldeki belirgin damarlar ve kasların hem bu duruma hem de hem de Michelangelo’nun üstün anatomi bilgisine işaret ettiği söyleniyor.
Heykelde dikkatleri çeken bir başka nokta ise baş ve sağ elin vücuda oranla daha büyük olması. Bu detayla ilgili yorumlardan biri, düelloya hazırlanan Davut’un kendine güvenini ve konsantrasyonunun vurgulandığı yönünde. Çünkü bu iki özellik Rönesans döneminin önemli değerlerinden sayılıyor. Diğer bir yorum ise; en başta yüksek bir binanın üzerine yerleştirilmek üzere sipariş edilen heykelin önemli kısımlarının, aşağıdan da net görülebilmesi adına daha büyük yapıldığı şeklindeymiş. Bana daha da enteresan gelen ise birbirinden çok farklı bu iki yorumdan ziyade bu durumun neden yoruma açık olarak kaldığı, neden ünlü heykeltıraşın yaşadığı dönem içinde yazılıp çizilerek günümüze aktarılmadığı kısmıydı. Bu soruma ise henüz bir cevap bulamadım.
Heykeli inceledikten sonra, meydanın sol tarafındaki herkesin sere serpe oturduğu merdivenlerde kendinize bir yer bulup Floransa ve Arno Nehri’ne karşı gün batımını izleyebilirsiniz. Yanınızda şarap ve peynirinizi getirmek size kalmış. Şanslıysanız iyi bir sokak müzisyeni de arka fonu güzel melodiler ile doldurabilir. Yeterince dinlenip manzaranın tadını çıkardıktan sonra yürüyerek nehir kıyısına inip akşam yemeği için Piazza di Santo Spirito’ya doru yürüyebilirsiniz. Burası kimi insanların restoranlarda kimilerininse kaldırımlarda veya merdivenlerde yiyip içtiği, sohbetin aktığı, adıyla müsemma, oldukça keyifli bir meydan.
Floransa ile ilgili yazacak, anlatacak çok daha fazla şey var elbet ancak “Sana dün bir tepeden baktım aziz Floransa” demeden olmaz düşüncem, bu yazıda anlattığım kısımlarına odaklanmama sebep oldu. Diğerleri de belki bir başka sefere.
Orijinali Esra Atahan olup 1984 yılında Balıkesir’de doğmuştur. Üniversiteyi kazandığı 2002 yılına kadar yaşamını bu şehirde sürdürmüştür. Üniversitede ekonomi bölümün kazanmış, çok da severek okumuştur. Birçok sosyal bilimcinin başına geldiği üzere kendini bankacılık sektöründe bulmuş, zaman içinde bunun nedenleri üzerine kafa da yormuş ancak işin içinden çıkamamıştır. Rus klasiklerini okumayı bir türlü beceremeyen zatımız, 30. Doğum gününde kendin hediye olarak Karamazov Kardeşler’i alıp 30. yaşı bitmeden kitabı bitireceğine kendi kendine söz vermiştir. Kitabı bitirdiğinde neden daha evvel okumadığına pişman olmuştur. Diğer pişmanlıkları arasında üniversitedeyken Erasmus’a gitmemek, bir enstrüman çalmayı öğrenmemiş olmak ve 2014 yılındaki Leonard Cohen konserine gitmemiş olmak gibi şeyler vardır. Eğer bir gün Alâeddin’in sihirli lambasını bulursa dileyeceği ilk şey patates kızartmasının her derde deva bir besin haline dönüşmesi olacaktır. Diğer iki dilek hakkında ise henüz karar vermemiştir. Gezmeyi, okumayı sever. Sahne sanatlarına ilgi duyar, diğer sanat dallarını da anlamaya heveslidir. Çaysız olmaz. Aile ve dostlar candır. Gittiği iş görüşmelerinde İK’nın meşhur “Kendinizi 5 yıl sonra nerede görüyorsunuz?” sorusuna “Bizim sokaktaki çay ocağının başında.” cevabını vermek ister. Çok hayal kurar, azını paylaşır. Bu yüzden insanların kendini mantıklı bulmasına hem hak verir hem de şaşırır. Her insan kadar fazlası her insan kadar da eksiği vardır.