Ordan Burdan
Fedal: Tatlı Rekabette 9. Randevu
Kendimi bildim bileli spor ile iç içeyim. Basketbol başta olmak üzere tüm sporları izler, sporcuları takip ederim. Basketbol oynadığım yıllarda işin teknik boyutuyla da kafayı bozmuştum, bu takıntım hala da maç izlerken kendini gösteriyor. İzlediğim tüm spor müsabakaları arasında TV karşısına geçtiğimde tarif edemeyeceğim şekilde izlediğim şeye daha naif bakmamı sağlayan tek bir spor dalı var: tenis.
Ben tenisçilerin tek başlarına birer marka oluşturma hikayelerini takip etmeye bayılıyorum.
Sporcuların birbiriyle temas halinde olmadıkları her spor için geçerli olabilecek bir durum bu ama tenisin gerek tarihi gerekse içinden çıkan karakterler benim için her zaman daha heyecan verici oldu. Her dönemin ayrı bir hikayesi, ayrı bir ya da birden fazla yıldızı, her dönemin kendine has gelecek vadeden oyuncusu, raket, top, kort teknolojisi var. Tüm bunların birbirini bu kadar kırmadan dökmeden tamamladığı başka bir spor dalı bilmiyorum.
Efsane John McEnroe gibi raket kıran, hakemle kavga eden, kendi kafasında raket parçalayan çok sporcu izledik elbette ancak bu tip durumlara gerek ilk tepki verenlerin seyirciler olması gerekse bu durumların cezasının kort içinde etkili olması, tenisteki gerginlik seviyesini düşük tutabildi.
Federer – Nadal dönemimin de sakinlik getirmesiyle benim için seyir zevki çok yüksek bir spor dalı oldu tenis.
Son zamanlarda bu hoşgörülü durumun burada da kaybolmaya başladığını sezmiyor değilim elbette. Gerek Djokovic gibi kort dışında melek, kortta agresif oyuncular, gerek Kyrgios gibi çok yetenekli ama sinirlerine hakim olamayan oyuncular beni de TV başında germeye başladılar.
Tüm bunları düşünürken geçtiğimiz Pazar günü bir daha olamayacağına iyiden iyiye kendimizi inandırdığımız bir şey oldu ve Avustralya’da, Federer ile Nadal tam 9. kez bir Grand Slam finalinde karşı karşıya geldi.
Evet pek çok tenis sever gibi benim de birinci sıraya koyduğum final 2008 Wimbledon finaliydi ama bu finali başka bir heyecanla bekliyordum.
İkisi de sakatlıktan dönmüştü ve bir Grand Slam finalinde karşılaşmayalı 6 yıl olmuştu. Ama beni heyecanlandıran asıl şey bu istatistikler değildi. Sporun son zamanlarda çıkardığı en mütevazi rekabet Federer-Nadal rekabetiydi. Sonuç iki taraf için de çok çok önemli olmasına rağmen ben sonuçtan çok korttaki tenisi ve maç sonrasındaki atmosferi bekliyordum.
Kaldı ki fanatik bir Nadal taraftarıyım ve burada kazanacağı bir Grand Slam’in kariyerinin bundan sonraki süreci için çok kritik olduğunu düşünüyorum. Yine de rakip Federer olunca içimde hep bir kaybetsek de kazanacağız düşüncesi oluşuyor. Nadal’ın bu zamana kadar final oynadığı hiç bir tenisçi için bunu hissetmiyorum ki eminim Federer taraftarları da Nadal için aynı şeyi düşünüyor. Hiç bir Djokovic finaline hatta maçına bu kadar duygusal yaklaşamadım.
Djokovic benzeri sporcular karşısında mutlak galibiyet isteği haricinde sporun güzelliğine dair hiç bir şey oluşmuyor içimde. İşte tam da acaba teniste de sinirin hakim olduğu düzene mi dönüyoruz diye düşünmeye başladığım zamanlarda beni tekrar tenisin naifliğine inandıran rekabet geri geldi: Fedal.
Maç çok çekişmeli geçti. Hem Federer hem Nadal için hemen her oyundan sonra “hah şimdi kopardı maçı” dedim ama son sete kadar bu mümkün olmadı.
Nadal’ın yıllarca Federer’in saltanatını bitiren backhande yüksek topspinli forehandleri bu maç için kilidi çözmüyordu. Çünkü Federer inanması güç backhandler çıkarıyordu. Sırf bu anlamda bile daha ilk oyundan bu finalin diğer finallere çok benzemeyeceğini anlamıştık. Bir şekilde kilit çözüldü ve Federer Nadal’a karşı 10 yıl süren final kazanma hasretini bitirip 18. Grand Slam’ine ulaştı.
Finalin üzerinden 3 gün geçmesine rağmen içimdeki sevinçle karışık burukluğu bir türlü atamadım. Daha önce hiç bir maç için böyle bir şey hissetmemiştim. Bunun pek çok sebebi var. En önemlisi daha önce hiç bir Fedal finali bu kadar çok anlam taşımıyordu.
Federer’e duyduğum saygı onun 18. Grand Slam’ini kazanmasını ve tarihe geçmesini isterken, Nadal’a beslediğim fanatik taraftarlık duygusu onun bu finali kazanıp kariyerine kaldığı yerden devam etmesini ve ikinci kez kariyer slami yapan açık dönemdeki ilk tenisçi olmasını istiyordu.
Nadal da eskisi kadar sağlam mental güç içeren maçlar çıkaramıyordu ve bu turnuva bu anlamda onun geri dönüşüydü. Ne tam anlamıyla üzülebiliyordum ne de tam anlamıyla sevinebiliyordum. Beni bu ikileme düşüren şeyin ne olduğunu hatırlamam maç sonrasındaki konuşmalar sayesinde çok uzun sürmedi. İlk önce Nadal mikrofonu aldı ve şöyle dedi:
“…Öncelikle Federer’i ve takımını kutluyorum. Bu kadar uzun süre uzak kalıp burada şampiyon olması inanılmaz. Emeğinin karşılığını aldığın için de senin için çok mutluyum. Bence Roger benden biraz daha fazla hak etti…”
Sonra da Federer şöyle bir cevap verdi:
“…Nadal güzel şeyler söyledi. O da inanılmaz bir geri dönüş yaptı. İkimiz de final oynayacağımızı düşünmüyorduk. Tenis zor spor. Beraberlik yok. Eğer böyle bir şey olsaydı Nadal ile kupayı paylaşırdım. Bu gece beraberlik olsa ben bunu kabul ederdim…”
Maçtan sonra ağlayan Federer’in gözyaşlarıyla etkilenen ben, bu beraberlik sözünden sonra iyiden iyiye ağlarken buldum kendimi. Bir sporcu düşünün ki kariyerine büyük darbe indirmiş, oyun stilini değiştirmek zorunda bırakmış, 18 değil belki de 20’li sayılardaki Grand Slam’ini kaldırmasına engel olmuş bir sporcu için bu kupayı onunla paylaşmaya razıydım diyebiliyor.
Dönüp kendi ülkemin spor müsabakalarına bakıyorum.
Kavga dövüş, küfür kıyamet yıllarımız geçti ülkemiz sporunda ve hala da geçmeye devam ediyor. Belki de sporcularımızın artık oturup düşünme vakti gelmiştir. Taraftarı sakinleştirecek şeyin cezalar değil de kendileri olduğunu anlama zamanı gelmiştir. Nitekim benim gibi fanatik Nadal takipçisi birini bile kaybettiğimize üzülmeyecek hale getiren şey sporcuların kendisi.
Kaldı ki bunu yapmak takım olarak daha kolay. Bireysel bir sporcuysanız karakteriniz, yaşam tarzınız herkesin ulaşabileceği daha dikkat çekici yerlerde duruyor ve takipçilerin maçlardan önce okudukları yazılarda ilk dikkat edilen noktalar onlar oluyor. Buna rağmen Federer ve Nadal gibi örnekler çıkabiliyorsa, takım halinde hareket eden sporlarda; kişiliklerin, yaşam tarzlarının takım içinde eritilebildiği dallarda bu güzel ilişkilerin kurulması inanın daha kolay.
Tenis sosyal sorumluluk projelerine duyarlı bir spor. Çünkü her tenisçi bir marka ve bu markalar da hayatta kalabilmek için sponsorluklara, taraftarlara, müşterilere ihtiyaç duyuyor. Her markanın yaptığı gibi tenisçilerin çoğu da yeni nesil tenisçiler yetiştirmek, muhtaç olanlara yardım etmek için vakıflar, dernekler kuruyor. Bunu yapan her spor dalından sporcu var elbette ama teniste bu başka bir boyut almış durumda. Tenis oyuncuları turdaki yakın arkadaşlarının bu etkinliklerinde yer alıyor, centilmenlik gösteriyorlar. Federer de finalden çok kısa bir zaman önce Nadal’ın vakıf açılışı için Manacor’a gitmişti. Orada aralarında geçen bir sohbette bir daha finalde karşılaşamayacaklarını konuştuklarını söyledi Federer. O konuşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra bir büyük final daha geride kaldı. Biz tenis severler de 2017 Wimbledon finalinde Fedal görmenin hayallerini kurmaya başladık bile 🙂
Spora ve sanata düşkün Bilgisayar Mühendisi. Biraz çalışıp sıkıldıktan sonra kendi işini kurma hayali uğruna MBA yapıyor. Mümkün olan tüm Anadolu Efes maçlarına gidiyor, sevdiği konserleri, oyunları ve filmleri kaçırmıyor. Çok fazla da dizi izliyor. Sabah kalkar kalkmaz Spotify'ı açıyor. Ve geçmişte yaşasa ya bir Reşat Nuri Güntekin romanı döneminde ya da Zeki Müren döneminde olsun isterdi.